Edebiyattan sinemaya ‘gotik’in ürperten macerası
Horace Walpole’un 1764 yılında yayınlanan ‘Otranto Şatosu’ adlı romanı, edebiyatta yeni bir türün doğmasına neden olmuştu. Nedendir bilinmez, 5. yüzyılda Avrupa’da büyük bir istila dalgası yaratan, Roma İmparatorluğu’nun çöküşünü hızlandıran “barbar” bir kavimden, yani Got’lardan esinlenerek bu yeni türe “Gotik” adı verildi. 1800’lerde epey yaygınlaşan, 1900’lerin başına kadar da popülerliğini sürdüren bu tür, lanetli şatoları, labirente benzeyen dehlizleri, karanlık zindanları, devasa sütunları, bazen canlanıp etrafta dolaşanlara göz kırpan, gösterişli çerçeveler içindeki yağlı boya resimleri ya da taş duvarların önünde duran ama olur olmaz zamanlarda hareket eden şövalye zırhlarıyla, daha sonra gelişecek olan sinema sanatı için eşsiz bir malzeme sunuyordu. Yalnızca mekanlar ya da karakter özellikleriyle değil, konunun işleniş şekliyle de sinema açısından farklı bir imkandı gotik. Her ne kadar, daha sonraları gelişecek ve popüler sinemanın unsurlarından biri olacak “korku” türüne benzese de, aralarında önemli farklılıklar vardı. Gotik edebiyat bizi korkutmayı amaçlamıyor, korktuğumuz kavramları alegorik biçimde ele alıyordu. Aslında, korku, romans ve gizemin bir araya gelmiş, iç içe gelmiş haliydi gotik. İnsan ruhunu harekete geçirme potansiyeli yüksek olan bu üç türün bir arada ele alınacağı filmlerin sinema sektörünün yüzünü güldürmesi kaçınılmaz olacaktı elbette.
Gotik edebiyat, ardından da gotik sinema için en verimli malzemelerden biri de vampirdi. Daha önce vampir hikayeleriyle karşılaşmıştı edebiyat dünyası ancak Bram Stoker’ın yazdığı, 1897’de yılında yayınlanan “Drakula”, vampir edebiyatının tüm dünyaya yayılmasını sağlamıştı. Gündüzleri tabutta uyuyan, geceleri avlanan, kurt, yarasa ve sıçan kılığına girebilen, küçücük deliklerden içeri sızabilen ve aynada görünmeyen bu kötücül kont, bir süre sonra vampir kültünün simge ismi haline dönüştü. Elbette hem gotik hem korku hem de bilim kurgu edebiyatın unsurlarını barındıran, hatta birçok kişi tarafından ilk bilim kurgu roman sayılan ‘Frankenstein’ı da unutmamak gerek. Mary Shelley’in on sekiz yaşındayken yazmaya başladığı, yirmi yaşındayken yayımlattığı bu başyapıt da sinema sektörü için bulunmaz bir nimet olacaktı.
Her şey gibi gotik edebiyat da yerinde durmadı, zamanla değişti, dönüştü. Kimi zaman popüler oldu, kimi zaman gözden düştü, kimi zaman da edebiyattaki ve sinemadaki gotik unsurlar farklı türlerin arasına sızdı, deyim yerindeyse hibrit türlerin doğmasına neden oldu. 1809’da Boston’da doğup 1849’da ölen, topu topu kırk yıllık hayatına edebiyatın birçok alanında öncü olabilme başarısını sığdıran Edgar Allan Poe ile birlikte gotik de rotasını İngiltere’den Amerika’ya çevirdi ve Avrupa’da Baudelaire’in başını çektiği dekadans edebiyatı, ABD’de kendine yeni ve çok güçlü bir temsilci bulmuş oldu. Zamanla sinema sektörüne ilham verecek olan birçok öyküye imza atan Poe, gotiğin de rotasını değiştirdi ve insan ruhu, ilk kez bir mekan olarak gotik edebiyata dahil oldu. Hayaletli şatoların, ağaç dallarının camları dövdüğü rüzgarlı, terk edilmiş harap evlerin, ölülerin ruhlarının cirit attığı loş ve rutubet kokulu mahzenlerin yerine, insan ruhundaki karanlık dehlizler öykülerin asıl mekanları haline dönüşmüştü artık. Freud’un daha sonra, büyük oranda Poe’dan yola çıkarak ortaya koyacağı “tekinsizlik” kavramı sayesinde, hem edebiyatta hem sinemada defalarca işlenecek olan bir konunun, psikolojik gerilimin de tohumları güçlü biçimde atılmış oldu böylece.
1960’lardan sonra da gotik parçalarına ayrıldı, her parça kendi içinde başka bir bütün oluşturacak şeklide güçlendi, yaygınlaştı. Elbette, yüzyıllarca süren bu edebi birikimin izini süren, ‘Dracula’dan ‘Carmilla’ya, Vatek’ten Tolstoy’un ‘Vurdalak Ailesi’ne uzanan, oradan Poe’nun Lovecraft’ın tüm külliyatını baş tacı edip, onların çizdiği çizgiden, o çizgiye kendi tarzlarını ve üsluplarını da ekleyerek ilerleyen modern zamanların önemli yazarları bu yeni bütünü ustaca şekillendirdiler: Stephan King, Dean Koontz, Clive Barker ve daha nicesi… Böylece, gotikten başlayıp klasik korku edebiyatına uzanan, oradan da filizlenip, rahatlıkla şeytan edebiyatı, hayalet edebiyatı, kurt adam edebiyatı, zombi edebiyatı, okült edebiyat, kıyamet sonrası korku edebiyatı, psişik roman, psikolojik korku, paranormal edebiyat gibi türlere ayırabileceğimiz birçok spekülatif alt tür doğdu. Ve her biri de, beyazperdede kırmızı birer leke olarak bazen ucuz bütçeli filmlere bazen sanat dozu yüksek festival filmlerine bazen de izlenme rekorları kıran Hollywood sinemasına taze kan verdiler.
BEYAZPERDEDE KIRMIZI LEKE
Kaya Özkaracalar’ın ‘Gotik’ adlı kitabından (L&M Yayınları, Ekim 2005) öğrendiğimize göre, sinema tarihinin ilk gotik eseri, 1896 yılında çekilen, Goerges Melies’in “Le Manoir du Diable”siymiş. İki dakikalık bu kısa film, bir Ortaçağ şatosunun içinde uçan yarasanın Mefisto’ya dönüşmesini anlatıyormuş. Sessiz sinema döneminde çekilen filmlerin büyük çoğunluğu gibi, bu kısa film de bugün arşivlerde bulunmuyor ve hiçbirimizin izleme olanağı yok. Bu yüzden de, gotik sinemanın tarihini, 1910 yılında çekilen F”rankenstein” adlı filmle başlatabiliriz. J. Searle Dawley’in yazıp yönettiği bu film, New York’taki Edison Stüdyoları’nda çekilmişti ve sadece on iki dakika uzunluğundaydı. O günden bu güne, Frankenstein yüz otuzdan fazla filme konu oldu.
Eğer ‘Frankenstein’ adlı roman yazılmamış, kimi romana bağlı kimi ondan ilham alıp başka sulara açılan yüzlerce film çekilmemiş olsaydı, bugün Cronenberg sineması diye adlandırabildiğimiz bir tür olur muydu ya da Cronenberg ilhamını başka bir yerden alabilir miydi, diye sorabiliriz. Pekala bir çeşit beden takıntısı olduğunu iddia edebileceğimiz Cronenberg, sinema dilini, büyük oranda bedenin parçalanması ve yeniden üretilmesi üzerine kurmuştu. Mutantlara, vücudu farklı organlar üreten insanlara sıkılıkla rastlıyoruz Cronenberg filmlerinde. (Ki koltukaltında anüs benzeri bir organ oluşması ve oradan, penis benzeri, kana susamış bir çıkıntının uzaması, beden deformasyonunun metaforik anlatımı açısından verilebilecek belki de en uç örnek.)
Bahsettiğimiz, o on iki dakikalık ilk “Frankenstein” uyarlamasından on bir yıl sonra, 1921 yılında, bu kez Drakula, “Nosferatu” adıyla filme çekilecek ve bu film, vampir filmleri furyasının ilk örneği olarak tarihe geçecekti. Alman sinemasının bir ürünü olan “Nosferatu”dan on yıl sonra Hollywood da “Drakula”yı keşfedecek ve 1931 yılında ilk “Drakula” uyarlamasını çekecekti.
O günden bu güne sayısını tam olarak tespit edemeyeceğimiz kadar çok Drakula filmi çekildi ancak bunların bir kısmı gerçekten edebiyat uyarlamasıyken, büyük çoğunluğu da bir vampir kültü haline dönüşmüş olan Drakula’nın adını kullanan, kitapla pek ilgisi olmayan ya da kitapla arasında ince, zayıf bağlar bulunan vampir hikayeleriydi. Bu aşamada, Türkiye sinemasının ilk korku filmi olarak tarihe geçen “Drakula İstanbul’da” adlı filmden de söz etmek gerekir. Senaryosunu Ümit Deniz’in yazdığı, 1953 tarihli bu film, aynı zamanda edebiyatımızdaki ilk gotik eserlerinden biri olarak kabul edilen, Ali Rıza Seyfi’nin yazdığı ‘Kazıklı Voyvoda’ adlı romanın sinema uyarlamasıydı. (Bu roman, 1997 yılında, Giovanni Scognamillo’nun önsözüyle, Drakula İstanbul’da adıyla tekrar yayınlandı.) Aslında Ali Rıza Seyfi de özgün bir roman yazmamış, Bram Stoker’ın ‘Drakula’sını kısaltmış, kurgunun temel unsurlarına bağlı kalarak hikayeyi sadece Türkçeye değil, Türkiye’ye uyarlamıştı. Özgün romanda, Karpatlardaki şatosundan çıkıp 1880’lerin Londra’sına giden Kont Drakula, Seyfi’nin yapıtında, yine Karpatlardan yola çıkıp bu kez 1920’lerin İstanbul’una gelir. Romandaki genç avukat Harker Azmi Bey’e, Mina Güzin’e, Lucy ise Şadan’a dönüşür. Hazır Drakula’nın tarihteki Türk düşmanı Kazıklı Voyvoda olduğu açık edilmişken ve bu uyarlama bir Türk yazarın kaleminden çıkmışken, olayın Türk usulü bir sonla bitmesini de yadırgamamak gerekir. Kahraman, Drakula’nın kalbine kazığı saplarken şöyle seslenir: “Tuna boylarında kazığa çakılan ırkdaşlarımın ve Şadanımın öcü!”
Filmde, romandaki bu replik kullanılmamış. Filmin son sahnelerinde, Azmi, Drakula’nın kalbine kazığı sapladıktan sonra eve döner ve önce yatak odasındaki, sonra da mutfaktaki bütün sarımsakları camdan aşağı atar. Artık vampir tehlikesi geçtiğine göre, her yere sarımsak asmanın anlamı kalmamıştır. Ancak Güzin, “ben onları yemekte kullanıyordum,” diye itiraz eder. Azmi’nin kararı kesindir: “Ben artık evde sarımsak istemiyorum.” Güzin, “İmambayıldıyı da mı sarımsaksız pişireyim?” diye sorar. “Evet,” der Azmi. “Onu da!”
KADIN VAMPİRLER
Romanın ve sinemanın tarihini, toplumsal dönüşümlerin tarihinden ayrı okuyamayız elbette. 1960’ların sonu, özellikle de 1970’lerden itibaren tüm dünyada erotik film rüzgarları eserken, erotik Drakula’lar, biseksüel Drakula’lar, hatta Drakula pornoları piyasaya çıkmaya başlamış, bu arada, genel anlamda gotik özellikleri koruyarak çekilen vampir filmlerindeki vampirler de, artık daha seksi, erotik kadınları ısırmaya başlamıştı. Derken kadın vampirler, yani vampirellalar sıklıkla görülmeye başlandı dönemin hem çizgi romanlarında hem de filmlerinde.
Tarihsel olarak baktığımızda, kadın vampir ilk kez bu dönemde ortaya çıkmış bir kavram değildi. İlk kadın vampirle, gotik edebiyatın daha ilk yıllarında karşılaşmıştık. Sheridan Le Fanu’nun 1872’de yayınlanan ‘Carmilla’ adlı uzun öyküsü, ıssız bir bölgedeki bir şatoda babasıyla birlikte yaşayan Laura’nın, günün birinde kendi yaşıtı olan Carmilla’yla tanışmasıyla başlar. Tahmin edebileceğimiz gibi Carmilla vampirdir ve Laura’yı etkisi altına alır.
Zizek, “Vampirin peşinde olduğu yaşam kaynağı kandır, fakat bunu vazgeçilmez bir erotizm kisvesi altında öyle bir sunar ki, kadının tek yapabildiği kendini hazzın kucağına bırakmaktır,” der. Zaten Drakula başta olmak üzere bütün vampirler kadınları etkisi alırlar ve kadın tehlikeyi fark etse bile, vampirin çekim alanından kurtulamaz ve kendini ona teslim eder. Carmilla’da da aynı çekim özelliği vardır ancak bu kez, genç bir kadın vampir, başka bir genç kadını kendi çekim alanına sokmuştur. Vampirlerin özelliklerinden biri olan yoğun şehvet duygusu, bu kez bir kadının başka bir kadına duyduğu şehvet olarak ortaya çıkar. Bu durumun sadece gotik edebiyatta değil, tüm edebiyat alanında öncü bir işlev görmesinin nedeni, sözü edilen dönemin Viktorya dönemi olmasıdır. Viktorya döneminde, yalnızca edebiyatta değil, hayatın hiçbir alanında kadınları cinsellikle bağdaştırmak, bir kadında cinsel istek ya da haz duygusu olduğundan söz etmek mümkün değildi. Tam da bu yıllarda öncü bir kadın yazar çıkmış, bir kadın vampirin cinsel isteğinden ve taşıdığı haz duygusundan söz etmişti; üstelik kadının cinsel arzusu bir erkeğe değil, bir kadına yönelikti.
Zamanla ‘Carmilla’ sinema sektöründe “kadın vampir”i tanımlayan kült bir isim haline dönüştü, konusu Le Fanu’nun yapıtıyla bağlantılı olan ya da olmayan çok sayıda Carmilla filmi çekildi. Bu filmler arasında en dikkat çekicilerinden birinin, Roy Ward Baker yönetmenliğinde çekilen, 1970 yapımı “Vampir Aşıklar” olduğunu söylemek gerek. Senaryonun Sheridan Le Fanu’nun özgün hikayesiyle pek ilişkisi olmasa da, dönemin kadın vampirlerinin ele alınışı, hem erotizm hem vahşet hem de gerilim dozlarının yerli yerinde kullanılması açısından dikkate değer bir filmdi “Vampir Aşıklar.”
Uzun zamandır, gotik unsurlar taşıyan filmler, özellikle de korku ve gerilim filmleri çekilse de doğrudan gotik diye adlandırabileceğimiz filmlerle çok fazla karşılaşmıyoruz. Özellikle de gotik yapıtların sinemaya uyarlanmasıyla neredeyse 1980’lerden beri nadiren karşılaşıyoruz. Bu açıdan, Emily Harris yönetmenliğinde, 2019 yılında çekilen “Carmilla” adlı film, hem konunun işleniş tarzı hem de yapıtın temel akışına uygunluğu açısından epey değerli bence. Sheridan Le Fanu’nun okura sadece hissettirebildiği iki genç kadın arasındaki cinsel çekim, bu filmde, daha cesurca ama çocuksuluk ve masumiyet sınırları içinde kalarak lezbiyen bir aşk olarak işlenmiş. Hikayenin finali filmde değiştirilmiş; ancak çok daha etkileyici bir final olduğunu da söylemek gerek. Bu melodramatik final, vampirin ölümünün aslında aşkın da ölümü olduğunu söylüyor bize. Günümüzde vampir yok, vampire inan da… Peki ya aşka?
GENİŞ BİR POE PARANTEZİ
Konu gotik olduğuna göre, Edgar Allan Poe için geniş bir parantez açmak, hatta en geniş parantezi Poe’ya açmak gerek. Bence, çok sayıda Poe öyküsünün sinemaya uyarlanmış olması, hem öykülerin çarpıcılığından hem de sinematografik yapıya uygunluğundan kaynaklanıyor. Zaten Poe’yu okurken ister istemez kendinizi onun yarattığı atmosferin içinde buluyorsunuz ve zihniniz hikayenin akışını bir film rulosu gibi gözünüzün önünden geçiriyor.
Tahmin edileceği gibi, ‘Kuzgun’, ‘Morgue Sokağı Cinayetleri’, ‘Kara Kedi’, ‘Usher Evi’nin Çöküşü’, ‘Kızıl Ölümün Maskesi’ gibi ilk akla gelebilecek Poe klasikleri ve daha nicesi filme çekildi, hâlâ da çekiliyor ya da Poe’dan el alan öyküler başka bir sinema dili aracılığıyla yeni filmlere konu oluyor.
Bu filmlerden en eski tarihli olanlardan biri, 1935 yapımı “The Raven”. 1931 yapımı “Frankenstein” adlı filmdeki rolüyle bir gecede üne kavuşan ve korku filmlerinin aranılan aktörü haline dönüşen Boris Karloff ve yine 1931 yapımı “Drakula”daki Kont Drakula rolüyle korku ve gotik sinemanın sembol isimlerinden biri olan Bela Lugosi’nin oynadığı “The Raven” adlı filmde o meşhur kuzgun ortalıkta çok fazla görünmüyor, daha çok Poe’nun hikayelerinden etkilenerek cinayetler işleyen deli bir doktor anlatılıyordu. 1994 yapımı “The Crow” ise, konusunu Poe’nun “The Raven”ından alan başarılı bir Poe atmosferi filmi. Doğrudan kuzgunu anlatmayan ama içerdiği cinayet, intikam ve paranormal olay dozuyla Poe’nun ruhunu çok iyi yansıtan bir film.
Gotik atmosferi en iyi yansıtan Poe uyarlaması filmlerden biri de 1960 yapımı “Usher Evi”ydi. Poe’nun ‘Usher Evi’nin Çöküşü’ adlı öyküsünden yola çıkılarak çekilen filmde, nişanlısını diri diri gömen Rodrick Usher’ın ve kayınbiraderinin insanı ürperten hikayesini izliyoruz. Ürperten dedik ama, 1964 yapımı “Kızıl Ölümün Maskesi”ni izlemeden bu terimi kullanmamak gerekirdi aslında. Poe’nun aynı isimli öyküsünden uyarlanan bu film, aynı zamanda en karanlık Poe uyarlamalarından biri. Özellikle de cinayetli, ayinli, danslı final sahnesiyle zihinlere karanlığı kazıyan bir uyarlama “Kızıl Ölümün Maskesi”.
Sinemadaki Poe uyarlamaları ya da esinlenmeleri saymakla bitmez ama, son olarak Julie Taymor’un yönetmenliğiyle 1992 yılında çekilen “Fool’s Fire”dan da kısaca söz etmek gerekir. Poe’nun ‘Hop-Frog’ adlı öyküsünün uyarlaması olan bu etkileyici film gerçek bir grotesk şölen sunuyor, elbette bu tarzdan hoşlanan azınlığa. Cüce bir saray soytarısının saraydakilerden intikam alma hikayesini, animasyonlar, irkiltici görseller ve kukla gösterileri arasında izliyoruz.
Gotik romanlardan, öykülerden gotik sinemaya uzanan yol kısmen korkutucu kısmen ürpertici ama daha çok da eğlenceli. Zaten belirtmiştik; gotik, korku, romans ve gizemin harmanlanmış halidir. Ve en önemli özellikleri de, akla değil duygulara hitap etmesi, gerçekliğe aykırı unsurlar içermesi, eğiticilikten mümkün olduğunca uzak durması ve kesinlikle eğlenceli olmasıdır.